7 Ekim 2010 Perşembe

Dua ve Niyazları Arttırmak

Allah Teâlâ buyuruyor:
"Ey İsrâil oğulları! Size İn'am etdiğim bunca nimetimi ve sizi âlemlere tafdîl etdiğim zamanı hatırlayın.
Ve öyle bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse, hiç bir kimse nâmına bir şey ödeyemez. Kimseden herhangi bir şefâat kabûl olunmaz. Kimseden bir fidye yani bedel alınmaz, onlara herhangi bir sûretle yardım da edilmez. (Bakara suresi: 47-48)
Fakat Biz ne dediysek de zulmedenler sözü kendilerine söylenenden başkasına çevirmişler, Biz de o zâlimlerin üstüne fâsıklıklarının bir karşılığı olmak üzere gökden murdar bir azâb indirmişdik." (Bakara sûresi: 59)
Fir'avn bir gün rü'yâsında büyük bir ateşin Beytü'l-makdîs'den gelip bütün Mısır'ı sardığını, oradaki kıbtîlerin cümlesini çıkardığını ve Benî İsrâil'den kimseye zarar vermediğini gördü. Kâhin ve sihirbazlara rü'yâsının ta'birini sordu. Dediler ki:


- Benî İsrâîl'den bir çocuk doğacak, sen onun eliyle helâk olacaksın ve mülkün onun eliyle zevâl bulacak.
Fir'avn bunun üzerine Benî İsrâil kabilelerinde doğan bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretdi. Adamlarına dedi ki:
- Benî İsrâil'in kabîlelerinde doğduğunu gördüğünüz yahud işitdiğiniz ne kadar erkek çocuk varsa derhal katledeceksiniz. Kız çocuklarına dokunmayınız.
Ebeler bu işle vazîfelendirildi. Can korkusuna bu cinâyeti işlerlerdi. Rivâyete göre Mûsâ'nın da öldürülmesi için onikibin çocuk, doksanbin de yeni doğan çocuk katlolundu.
Allah bu öldürülen çocukların cümlesinin kuvvetini, Mûsâ aleyhisselâm-'a tasarruf kuvveti olarak verdi. Ve bu sebeble onun mucizâtını zâhir ve bâhir kıldı.
Sonra Benî İsrâil'in ihtiyârlarında da ölüm artdı. Kıbtîlerin reisleri Fir'avn'a çıkarak:
- Ölüm Benî İsrâil'i silip götürüyor. Küçükleri boğazlanıyor, büyükleri ölüyor. Her halde biz de neticede aynı âkıbete dûçar kalacağız! dediler.
Bunun üzerine Fir'avn bir sene boğazlanıp bir sene bırakılmasını emretti. Hârûn -aleyhisselâm- yeni doğan çocukların boğazlanmadığı, Mûsâ aleyhisselam da boğazlandığı senede doğdu.
Fir'avn hânedânı bunca korkularına ve zulümlerine rağmen Allah'ın kazâsından hiç bir şeyi def' edemediler. Fir'avn bütün gücünü toplayıp kollarını paçalarını sıvadı, o kadar didindi, fakat Mûsâ'nın doğmasına ve yetişmesine mâni' olamadı. Çünkü Allah nûrunu tamamlayacakdır.
Bunda peygamberlerini üzen Benî İsrâil'e büyük bir belâ, verilmesi pek güç bir imtihan vardı. Nefislerinin mezmûm desîseleri, zulümâtı, son derece bozulan ahlâk-ı ictimâiyyeleri ve peygamberlerinin Allah'dan getirdikleri emirlere alabildiğine i'tiraz etmeleri ve yapmamakda direnmeleri onları perişan etmişdi.
Bu âyet-i celîlede tenbîh olunmaktadır ki kullara sürurlu ve kederli zamanlarında gelen ni'metlere dâimi şükür, musîbetlere ise sonsuz sabır ve tahammül göstermek lâzımdır. Çünkü şükredilmezse ni'met azâba, sabredilmezse musîbet helâke döner.
Eğer îman gözü ile bakılır ve tedebbür edilirse görülür ki, musîbetler Allah'a duâların azaldığı, ibâdetlerin terk olunduğu, ma'sıyetlerin artdığı vakitlerde umumî olarak gelir ki bunu Allah, kullarının ni'met bolluğuna ve âfiyet devamına kavuşmaları ve ni'mete şükür hâli içinde kendine dönmeleri için duâ etsinler, niyazlarını arttırsınlar diye yapar. Eğer kullar basîretlenip uyanmazlarsa bu hal uyanıncaya kadar devam eder. Çünkü Allah'ın muradı kullarının kendisine her halleriyle rucu' edip "Rabbimiz!" demeleridir. Bunu ister tav'an, yani isteyerek, gönülden desinler, ister kerhen, istemeyerek, çâresiz kalarak desinler. Şerefiyle, alnının akıyle "Rabbim" deyip Allah'a rucu' etmek mü'minlerin; zilletle, yüzünün karasıyle ve yüz üstü ateşe sürüklenip götürülürken demek de kâfirlerin hâlidir.
Rivâyet edilir ki, Cenab-ı Allah, peyamberlerinden birine şöyle vahyetti: Kuluma belâ indirdim. Belâyı kaldırmam için bana duâ etti, ben de duâya icâbette geciktim, beni şikâyet etti. Dedim ki, ey kulum, kendisiyle sana merhamet ettiğim bir şeyden dolayı sana nasıl acıyabilirim? Sana verdiğim belâ bir rahmettir, bunu kaldırmam için rahmetimi istiyorsun, bu mümkün değildir.
Bir kimse, kendisinden lutf-i ilâhinin kesildiğini zannederse bu aklî, tabiî ve şer'î konularda bakış eksikliğinden neş'et etmektedir.
Aklî olanı şudur: Hiç bir belâ yoktur ki, akıl, ondan daha büyüğünün mümkün olduğuna hükmetmesin. Bütün dünyâ belâlarının bir kâfirde toplandığını kabul etsek, âhırette cehennem ehlinin belâya uğrayanlarının en büyüğü olacağından, bu onun için bir lütuf olacaktır. Zira Cenâb-ı Allah, daha fazlasiyle azâb etmeye kâdirdir.
Tabiî olana gelince: Her belânın içerisinde bir hayır, bir lûtuf vardır. Belânın bir nev'e inhisâr ettiği düşünülürse hayır olduğu görülür. Meselâ Allah korusun, cüzzâm hastalığına mübtelâ olan bir insan, a'mâ bir kimse gibi değildir. İnsanın dini muhafaza edildikten sonra, bütün bu hastalıklar çok basittir.
Ayeti celilede:"Sabırla ve namazla yardım isteyin. Şübhesiz ki, namaz, Allah'a boyun eğenlerden beşkasına ağır gelir." buyurulmaktadır. (Bakara suresi 45)
Yani namazı vesîle kılıp ona sığınarak, ihtiyaçlarınızı elde eder ve musîbetleri bertaraf edersiniz. Benî İsrail, kendilerine zor gelen şeyleri yapmakla memûr edilince, namaz ve sabırla, bunlara karşı yardım dilemeleri istenmiştir. Zira bu iş o kadar kolay değil, riyâseti terketmek maldan ve debdebeden yüz çevirmek var işin içinde. Rivâyet edildiğine göre: "Peygamberimize bir iş güç geldiğinde namaza sığınırdı."

M. Sâmi Ramazanoğlu, Bakara Sûresi Tefsiri, s. 121, 124-128)


- Bu yazı Altınoluk dergisinin Eylül 1998 tarihli sayısından alınmıştır.

Hiç yorum yok: